URARTU DİLİ ve KÜLTÜRÜ'NÜN

KÖKENLERİ

 

Urartuların dillerini ve kültürlerini incelerken üzerinde durmamız gereken ilk nokta, Doğu Anadolu bölgesinde yaşayan halkların erken tarihleri (daha popüler bir deyimle proto dönemleri)dir. Bu konu Anadolu’da, yalnızca Urartular için geçerli değildir. Bu toprakları mesken olarak seçmiş, uygun iklim, coğrafi koşullar ve doğal kaynaklarından yararlanmış ve ‘Anadolu Kültürü’ denilen mozaiğe kendi renklerini vermiş her topluluk için geçerlidir. İşte bu toplulukların proto aşamalarının incelenmesi, bizler  için oldukça ilginç sonuçlara ulaşmamızı sağlamaktadır.

 Yazımızın başında ayrıntılı bir şekilde değindiğimiz gibi; Urartu ismine ilk kez rastladığımız M.Ö. XIII. yüzyıldan, güçlü bir devlet haline geldikleri M.Ö. X. yüzyıla değin Anadolu’nun bu bölgesinde yaşanan etnik, siyasal ve kültürel gelişmeler, Urartularla birlikte yaşayan toplulukların ön aşamaları hakkında bir takım ipuçları vermektedir. Bunlardan belki de en önemlisi, bu toplulukların Orta Asya göçebe kültürleri ile olan ilişkileridir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığına kavuşan devletlerin ya bizzat kendi bilimadamlarınca yapılan araştırmalar, ya da yabancı bilimadamlarının bu bölgelerdeki incelemeleri, şimdiye kadar bilinen gerçeklerin büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur. Ne yazık ki bizi oldukça yakından ilgilendiren bu coğrafyaya araştırmacılarımızın gerekli ilgiyi göstermemesi, şimdiye kadar bilinenlerin yeterli ve doğru bilgiler olarak kabul edilmesi, tarihimiz açısından büyük bir fırsatın kaçmasına neden olmaktadır. Dr. Semih Güneri’nin ‘Bilim ve Ütopya’ dergisinin 65. sayısında konuyla ilgili olarak yazdığı makaleden şu cümleyi aynen aktarıyoruz:

“...Asya’nın ‘En Asyalı’ olması gereken kuş uçmaz, kervan geçmez noktalarında bile, yorulmadan ‘Hint Avrupalı’ bir iz bulur muyum umuduyla dünyanın dolarlarını harcamayı hazır gözü dönmüş vakıf arkeologları...” bölgeyi doldururken acaba ülkemizden kaç arkeolog ya da bilimadamı araştırma yapmaktadır.

  Yukarıda sözünü ettiğimiz ipuçlarına ulaşmamızda arkeolojik ve filolojik veriler, bize kaynak teşkil etmektedir. Bu filolojik kaynakların başlıcaları, Orta Asya’da yakın tarihlerde yapılan kazılarda ortaya çıkan yazılı belgeler ile Anadolu ve Mezopotamya çıkışlı taş tabletlerdir. Arkeolojik kaynakların en önemlileri ise sözünü ettiğimiz bölgelerde bulunan gerek kurgan gerekse diğer yapı kalıntılarından çıkarılan seramik ve madeni eserlerden oluşmaktadır.

  Filolojik kaynaklardan bahsederken üzerinde durmamız gereken en önemli konu, Doğu Anadolu’nun yüzyıllar boyunca etnik bütünlüğüne hakim olmuş Hurri Egemenliği’dir. Zaten dilbilimsel temellerde Hurrice (Hurca)-Urartuca bağlılığı çok önceden ortaya konmuş bir gerçektir. Hurrilerin yalnızca Doğu değil, bütünüyle Anadolu’nun en eski halklarından biri olduğunu biliyoruz. Hurrice konuşan halkların M.Ö. 3000’nin ortalarında bölgede geniş bir alanda yerleşik durumda olduklarını bilmemize karşın, kuzey ve doğudaki yayılım alanlarını tam olarak kestirmek zordur. Ancak mevcut yer ve şahıs adlarının incelenmesi sonucunda söz konusu alanın güneyde Hama ve Kerkük’ten kuzeyde Güney Kafkasya’ya kadar uzandığı söylenebilir. Dr. Güneri’ye göre Proto-Urartu beyliği olarak kabul edilen kuzeydeki Diaohi Krallığı ile yazımın başında bahsettiğim Van Gölü çevresindeki Uruatri ve Nairi Beyliklerine ait şahıs (kral, prens, bey) ve bölge (kent, kasaba, ırmak, dağ v.b.) adları Hurrice’dir.

  Ancak bazı araştırmacılara göre, yazılı kaynaklarda adı geçen bu kişi ve yer adlarının salt Hurri unsurları taşımaktan öte bir anlamları yoktur. Yani yer ve kişi adlarındaki etnik etki, halkın konuştuğu dili açıklayabilmek için yeterli değildir. Fakat Dr. Güneri’nin de üzerinde durduğu gibi; yaşadığı toprakların, dağı-taşı, suyu-ırmağıyla tüm ülkenin ve bu ülkenin yöneticilerinin adı Hurrice oluyor da, halkının dili olmuyor, bu akıl ve mantığa aykırıdır ve izahı da mümkün değildir. Dolayısıyla bu durumda Urartulardan önceki 2000 yıl boyunca bölgede konuşulan dilin veya dillerin Hurrice ya da ona bağlı değişik şiveler olduğunu kabul etmemiz gerekir. Urartuca da aynı dil ailesine mensuptur.

Hurrice ve Urartucanın etnik bağları ve kökeni incelendiğinde, dilbilimsel yapıları temelinde ortak noktalar belirlenmiştir. Hurrice, Kafkas dillerinden olan Ön-Hattice’de ve Türkçe’de olduğu gibi ‘aglutine’ (iltisaki, eklentili) bir dildir. Yani bu dillerde cümleler anlamlarını kelime sonlarına peş peşe getirilen soneklerle bulmaktadır. Önceleri dilbilimciler Urartuca’nın, Hurri dilinin geç diyalektiği olduğunu ileri sürdüler. Fakat daha sonra yapılan ayrıntılı incelemeler, Urartuca’da dil gelişiminin doğrudan Hurrice’ye bağlanamayacağını, bu iki dilin köken olarak aynı kaynaktan gelmekle birlikte, gelişimleri sırasında farklı yönler izlediğini ortaya çıkarmıştır. En azından bilimadamlarının büyük bir çoğunluğu böyle demektedir. Dolayısıyla öncü dil olan Proto-Urartuca ve onu izleyen Urartuca da Doğu Anadolu’nun yerli halkları içinde konuşulan dillerdir. Ve bunların Hurri köklerine  şu ya da bu şekilde bağlı olduğu kabul edilmelidir.

  Urartu dili ve kültüründen bahsederken mutlak değinmemiz gereken bir başka önemli nokta da Ermenilerin, kökenlerinin Urartu’ya bağlı olduğunu ileri sürmeleridir. Kökenleri ve konuştukları dilin Hint-Avrupai olmadığı ispatlanmış bir halkın Ermenilerin atası olduğunu söylemek, bunu web sitelerinde bilimsel bir gerçeklik gibi göstermek tam anlamıyla bilime ve tarihe tecavüzdür. İzahı ve ispatı mümkün değildir. 1930’lu yılların başında yani Urartucanın henüz çözülmediği bir dönemde kabul edilen Urartu-Ermeni eşitliği yönündeki görüşler, günümüzde tümüyle terk edilmiştir. Bu görüşün kaynağı ise Tevrat’taki bir yanlış anlamadır. İbranice yazılmış Tevrat’ta, tıpkı Arapça’da olduğu gibi,  ünlü harfler kullanılmadığından ‘Urartu’, ‘Rrt’ olarak yazılmış ve ‘Ararat’ olarak okunmuştur. Böylece Urartuların ortaya çıktıkları, yaşadıkları topraklar ve bu bölgenin en yüksek dağı yanlış bir anlama (daha doğrusu uydurma) sonucu, ‘Ararat’ olarak bilinir olmuştur. Urartular konusunda çok değerli bilgiler vermiş olan Prof. Dr. Veli Sevin’in aşağıdaki sözleri lafı fazla uzatmadan gerekli cevabı vermektedir:

“Eğer iki ulus arasında illa ki bir akrabalıktan söz edilmek isteniyorsa, bu aynı bölgeyi kullanan Bizanslılar (Romalılar) ile Osmanlılar arasındaki kadardır.”

Fakat az önce sözünü ettiğimiz gibi, Ermenilerin internetteki sitelerinde, tüm bilimsel gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapadıklarını, yalan yanlış ve iftiralarla dolu, kendi isteklerine uygun bir tarih uydurduklarını görüyoruz. Olayı öylesine ileri götürmüşlerdir ki ‘Urartu’ adıyla üniversite açmışlar ve hatta sigara markası olarak kullanmışlardır. Tabii ki herkes, hayal dünyasında kendilerine bir tarih uydurmakta serbesttir.

  Biz yeniden konumuza dönelim. Asur kaynaklarında karşımıza çıkan dönemin siyasi-kültürel topluluklarıyla yer ve şahıs adlarındaki etnik öğeler tamamen yerli Doğu Anadolu’ya ait, daha açık bir deyimle Hurrili’dir. Bu bölgeye yeni etnik unsurların yayılmaya başlaması ise, Tukulti-Ninurta (M.Ö. 1236-1199) ile Tiglat Pileser (M.Ö. 1115-1076) arasında uzanan, Asur kaynaklarından fazla bir şey öğrenemediğimiz 100 yıllık zaman aralığına rastlamaktadır. Bu yeni etnik unsurlardan Muşkiler, Fırat havzasını yurt edinmişlerdi. Bu topluluk, büyük bir ihtimalle ya Friglerin ta kendisiydi, ya da onların doğusunda yeralan, Friglerle akraba ve onlara bağımlı bir halktı. Muşkilerin adı Asur belgelerinde, I. Tiglat Pileser zamanında yapılan bir savaş dolayısıyla geçmektedir. M.Ö. 1160 yıllarında beş kralın komuta ettiği 20 bin kişilik bir orduyla, Orta Anadolu’dan gelip Asur topraklarına giren bu insanlar, Malatya (Meliddu-Melitene) yakınlarına kadar gelmişlerdi. Bunun üzerine I. Tiglat Pileser, M.Ö. 1100 dolaylarında Muşkileri yenerek Asur topraklarından çıkarmıştır.

 

ORTA ASYA VE KAFKASYA ÜZERİNDEN URARTU ÜLKESİNE YÖNELEN GÖÇ HAREKETLERİ

  Asıl canlılık daha kuzeyde Erzurum ve çevresinde meydana gelmiştir. M.Ö. XII. yüzyılın başlarında bölgede, Orta Asya kökenli belgelerin artarak görülmeye başlaması; dilbilimci İ. M. Diakonov’a göre, M.Ö. 3000 ile M.Ö. 2000’li yılların başından beri, Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu’ya girmeye başlayan ve batıda Güney Karadeniz sahilleri boyunca Çorum, Amasya ve Tokat bölgesine kadar ulaşan Asya kökenli göçebe grupların bölgedeki etkin varoluşlarının bir işaretiydi. Yazılı belgelere yansımadan yaşanan bu 100 yıllık ara dönem Doğu Anadolu’nun kültürel yapısında büyük değişimlerin yaşandığı bir süreci simgelemektedir. Bu süreç bronz kullanımından, Orta Asya kaynaklı demir kullanımına geçişi simgeleyen yoğun bir zaman dilimidir. Sonuçta Orta Asya’yı ilgilendiren büyük ve ani göçebe kültürü hareketleri, M.Ö. XII. yüzyıldan başlayarak bölgede keskinleşen yeni siyasi oluşumlara neden olmuştur.

  Doğu Anadolu ve Kafkasya'da bu gelişmeler yaşanırken, İran Yaylası'nda teorik olarak Bronz Çağı'na son veren ve Demir Çağı'nı başlatan ünlü Hint-Avrupai halkların göçlerine tanık olunmaktaydı. Bu göçlerle birlikte, bölgede bir önceki dönemin karakteristiği boyalı kaplar (Urmia Ware), yerini birdenbire tek renkli (Gray Ware) seramik kültürüne bırakmıştır. Batı İran Erken Demir Çağı yerleşmelerinde görülmeye başlayan 'Gray Ware' türü seramik çeşidi, söz konusu değişimin bir simgesi olarak kabul edilmektedir. Yine ilk kez bu çağda ortaya çıkan bazı kap şekilleri, bölgede ani kültür değişikliğinin kanıtları olarak gösterilmektedir. 'Gray Ware' türü seramik çeşidine Doğu Anadolu bölgesinde de rastlandığı ileri sürülmüşse de, bu seramiğin varlığına , bulunma koşullarına ve ait olduğu zaman aralı-ğına ilişkin net ve inandırıcı açıklamalar getirilememiştir. Yani Doğu Anadolu Bölgesi'nde Hint-Avrupa kökenli halkların Erken Demir Çağı'nı simgeleyen kap şekillerine ne yüzey araştırmalarında ve sistemli kazılarda, ne de müzelere çeşitli yollardan gelen malzemeler içinde rastlanmıştır. Fakat çok sonraki bir tarihe, M.Ö. X. yüzyıla ait, İran'dakine benzer tutamaklı ya da tutamaksız keskin profilli basit çanak ve kaseler, Van-Dilkaya ve Karagündüz mezarlarında bulunmuştur. Bunun anlamı, bahsi geçen kap-kacağın modasının, İran'da ortaya çıkmaya başlamasından 300 yıl sonra Van bölgesine ulaştığıdır. Sonuç olarak, Proto-Urartu dediğimiz süreçte, Van bölgesindeki kültürel gelişmeler ile Hint-Avrupai göçlerle açıklanabilen İran Yaylası'ndaki kültürel oluşumların birbirleriyle hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır.

  Buna karşılık, Erzurum yakınlarında bulunan Sos Höyük'te 1987 yılında ve onunla çağdaş (M.Ö. 1200'ler) Erzurum-Pulur kurganlarında 1960'lı yıllarda yapılan kazılarda bulunan seramik kaplar ve madeni eşyalar ilginç bilgiler vermektedir. Bu buluntuların Kafkasya aracılığıyla Güney Sibirya, Kuzey Moğolistan, Merkezi ve Doğu Kazakistan, Pamir-Fergana orman ve step bölgeleri ile M.Ö. 2000 dolaylarını temsil eden Srubnaya, Andronova, Karsuk ve diğer kültürlerle ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır. Pulur mezarlarında bulunan sap delikli bronz balta, kabzalı bronz hançer, ok uçları, mızraklar ve diğer objelerin bir kısmı doğrudan Kafkasya sentezlerine bağlanabilmekte, bir kısmının kökenleri ise Merkezi Kazakistan steplerine kadar uzanmaktadır. Mezarlarda bulunan kap-kacak arasında yeralan, el yapımı kırmızı ve siyah yüzlü, çok iyi perdahlanmış yuvarlak gövdeli kavanozlar, dar boyunlu çömlekler, keskin profilli tabaklar ve küpçüklerin gerek yapım teknikleri ve fırınlanmaları gerekse omuzlarına kazınmış geometrik bezemelerdeki anlayış, büyük ölçüde Hazar'ın kuzeyinden gelen Asyalı göçebe kültürlerin etkilerini yansıtmaktadır.

  Yine Erzurum Ovası'nda yeralan Karaz, Pulur ve Güzelova höyüklerinde 1942-1964 yılları arasında bulunmuş arkeolojik malzeme içerisinde, karanlıkta kalmış olan M.Ö. 2000'li yıllar ile ilgili arkeolojik belgelere rastlanmıştır. Ve bunların bir kısmı Proto-Urartu süreci ile ilgilidir. Çevrede uzun bir süredir yapılmakta olan yüzey araştırmalarında ve Erzurum-Hasankale'de yeralan Sos Höyük'te yapılmış olan kazılarda yine Proto-Urartu sürecini temsil eden seramik malzeme grupları bulunmuştur. Ele geçen bu kalıntı ve belgeler, bir taraftan Proto-Urartu sürecinin Doğu Anadolu Bölgesi'nde o güne kadar bulunup tanımlanabilmiş ilk kanıtları olmaları, diğer taraftan da bu buluntuların kökenlerinin Kafkasya melez kültürlerine (gerçek anlamda kaynak olarak Orta Asya göçebe kültürlerine) bağlanabilmesi bakımından önem taşımaktadır.

  Doğu Anadolu Bölgesi'nin Proto-Urartu süreci ile ilgili tanımlanabilmiş en tipik malzeme gruplarından biri de 'Yivli Kaplar'dır. M.Ö. XX. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen bu tür kaplara, Elazığ ve Van ile Erzurum civarında rastlanmaktadır. Bu üç bölgeden gelen yivli kapların varlığı, özellikle de Elazığ bölgesindekilerin bulunma nedenleri, Hint-Avrupalı kavimlerin (yani Muşkilerin) M.Ö. XII. yüzyılda Elazığ-Malatya yöresine gelişleri temeline dayandırılmaktaydı (Veli Sevin, "Elazığ Yöresi Erken Demir Çağı ve Muşkiler Sorunu, Höyük, 1990, I: sf. 51-64). Merkezi Güney Kafkasya'da Verhnyaya-Rutka kültürünün elde yapılmış koyu yüzlü, perdahlı ve derin çanakları, Pre-Kuban kültürüne ait bazı kaseler, Azerbay-ca'nın çeşitli bölgelerinden gelen ağız kenarı yivlerle bezenmiş yüksek kai-deli kapları ve buna benzer örnekler ise teknik ve şekil bakımından Erzurum'da bulunanların benzerleridir. Tarihsel olarak ise bir kısmı Proto-Urartu süreci ile ya doğrudan ilgilidir ya da  onunla çağdaştır.

Elazığ bölgesindeki buluntuların ise, M.Ö. 1165 dolaylarında (Erken Demir Çağı Dönemi) Alzi'yi (Elazığ-Altınova) ele geçiren Muşkiler ile doğrudan ilişkisi olduğu savunulmaktaydı. Bu görüşe göre, çıkış yerleri Güney Kafkasya olarak gösterilen bu kaplar, Hint-Avrupa kökenli gruplarca Elazığ bölgesine getirilmiş burada da yaygın olarak kullanılmıştı. Ancak, Güney Kafkasya ile Elazığ-Malatya bölgesi arasında genel anlamda arkeolojik bir bağ kurulabilmesi kesinlikle mümkün olamamıştır. Zira bu bölgede bulunan benzer kaplar, Kafkasya'da ortaya çıkanlara göre daha erken bir zamana aittir. Bu durum, yalnızca Fırat havzasına ait söz konusu kapların kaynağını doğrudan Kafkasya'ya bağlama fikrine engel teşkil et-mektedir. Kimi bilimadamlarına göre bu bölgedeki Kafkasya etkileri ancak M.Ö. VIII. yüzyılla birlikte görülmeye başlar. Zaten bu Kafkas etkileri (Kafkasyalı değil), Kafkasya üzerinden gelen Kimmer, İskit gibi kavimlerin bıraktıkları ok uçları, kılıç gibi savaş aletleri ile bu topraklara gömülmüş savaşçıların mezarlarıdır. Burada önemli bir konuyu bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Kafkasya'dan gelen yivli kapların tarihleri ve yapılış özellikleri, Erzurum'da bulunan aynı tür kaplarla büyük bir benzerlik göstermektedir.

  Dr. Semih Güneri’nin 1994 yılından beri Orta Asya’da yaptığı araştırmalar, ağız kenarları yivlerle bezenmiş bazı kap parçalarının M.Ö. 2000 yılının ortalarından itibaren bölgede yoğun bir şekilde varolduklarını göstermiştir. Merkezi Kazakistan’da ve özellikle Almatı’daki Ortalık Müzesi’nde bulunan kaplar üzerinde yapılan incelemeler, buradaki örneklerin teknik ve şekilleri ile Doğu Anadolu Bölgesine ait olanlar arasında ciddi benzerlikler bulunduğunu ortaya koymuştur. Doğu Anadolu’da Proto-Urartu sürecine ait yivli kapların, geniş yuvarlak gövdeli çömlek ve kavanozlarla, genellikle siyah ve siyaha yakın koyu yüzlü ve özenle perdahlanmış kap-kacağın üzerinde kazınarak çizilmiş ve içi taranmış dizi halindeki üçgen şekilleri-nin varlığı en büyük kanıtı oluşturmaktadır. Zira bu motif Orta Asya’da  çok fazla benimsenmiş, hatta Merkezi Kazakistan’da adeta bir kültürün simgesi haline gelmiştir. Bu bezeme türüne, Anadolu’nun kuzey kıyıları hariç hiçbir bölgesinde rastlanmaz. İşte bu motif ve tekniklerle yapılmış kapların Orta Asya steplerindeki kültürlere ait geleneklere yakınlıkları son derece ilginç ve önemlidir.

  Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç şudur:

Proto-Urartu süreciyle ilgili arkeolojik malzemenin tanımları ve çevresel ilişkileri, Van Bölgesi ve İran Hint-Avrupa kavim göçleriyle değil, Erzurum bölgesi ve Kafkasya-Orta Asya kökenli kültür sentezleri ile açıklanabilir. Stil ve teknik özellikleri birbirinden farklı yönlerde gelişen yivli kaplardan Erzurum bölgesindekiler Kafkasya’da bulunanlarla (M.Ö. XII. yüzyıl), Van bölgesindekiler ise daha geç bir döneme (M.Ö. XIII. yüzyıl ve sonrasına) tarihlenmek kaydıyla, İran’da ortaya çıkarılan kaplarla daha çok benzerlik gösterir. Elazığ bölgesindekilerin ise, ne Van (Urartu ile çağdaş olanlar hariç) ne de Erzurum’da bulunanlarla herhangi bir bağlantısı vardır. Dolayısıyla bu bölgede bulunan bazı belgelerin varlık nedenini, Doğu Anadolu’nun etnik bütünlüğüne en ufak bir etkisi olmamış küçük bir grubun (Muşkiler) önemsiz mevcudiyetine bağlamak ve bununla açıklamak mümkün değildir. Hele Hint Avrupalı kavim göçlerinin hiçbir etkisi olmamıştır.

  Belki kimi bilimadamlarına göre Asyalı göçebe kültürlerin M.Ö. 2000’li yıllarda, Kafkasya üzerinden Anadolu’ya ulaşma ihtimali biraz iddialı bir görüştür. Ancak Proto-Urartu sürecini incelerken karşımıza çıkan bu arkeolojik gerçekler, Anadolu’nun daha eski kültürlerini incelerken ve yazarken mutlaka göz önünde bulundurulması gereken sonuçlardır. Hele 1998 Ağustos’unda Hakkari’de bulunan Orta Asya kökenli taş kabartmalar, bizim bu görüşümüzün haklılığını ortaya koymaktadır.